Bir Maniniz Yoksa Eski Komşularınız Size Gelecek (1)

Bir Maniniz Yoksa Eski Komşularınız Size Gelecek (1)

Recep Yılmaz'ın kaleminden...


Miladı 2006 yılı olan Yunanistan gezilerimin hepsinden güzel anılarla dönüyor, her bir gezim bittiğinde bir diğer gezinin hayaline dalıyordum, beni oralara çeken neydi bunu hep düşünmüşümdür, yaşamımın büyük kısmı yollarda geçmişti, yirmili yaşların başlarında tüm Türkiye'yi, 40,lı yılların başlarında ise beş kıtada 40 civarında ülkeyi gezmiştim, dünyanın gelişmiş tüm ülkelerini gezmiş biri neden ısrarla komşu toprakları ziyaret eder oralardan büyük keyif alır, ağlar hüzünlenir , şarkılar söyler, bu sorunun cevabını bir başka ülkede de bulmuştum, Özbekistan,da bir göçler, sürgünler, ülkesiydi, aynı duyguları orada da yaşamıştım, ben yaşanmış büyük acılarda dünyanın çeşitli bölgelerine bir toz fırtınası gibi savrulan insanların yaşamına ilgi duyuyordum, helede bu insanlar bir zamanlar bizim kapı komşularımızsa işte o zaman onlardan biri oluyordum, vatanından yerinden yurdundan edilmiş insanlar acıyı bal eyliyor, gözyaşlarını içine akıtıyordu, onların ibadeti bile hep vatan üzerineydi, rüyalarında vatanlarını görüyor, türkülerinde yaşanmış trajediler yatıyordu, onları dinlediğinizde ruhunuz artık onların geldiği vatan topraklarındadır, onların folklörün de geçmişin tüm izlerini bulursunuz, yemeklerinde bile hüzün vardır, Anadolu da yaşayan, Ermeniler, Rumlar, ve Süryanilerin sürgündeki yeni kuşaklarıyla neredeyse tüm ülkelerde tanışma fırsatı buluyordum, ne işleri vardı onların o coğrafyalarda, kökleriyle birlikte neden koparılıp atılmışlardı cennet bahçelerinden, benim için onların hangi ırka ait olduğunun hiç bir önemi yoktu, Kafkasya'dan sürülende, Ahıska'dan sürülende, Kırımdan Anadolu'dan , ve Balkanlardan sürülen de aynıydı, çünkü hepsinin ortak özelliği insan olmasıydı.

Belki dünyanın bilmediğimiz coğrafyalarında da bunlar oluyordu ama bunları yaşayanlar ya bizim eski komşularımızsa ve aynı kültürü paylaşmışsak, ve bir daha görememecesine onları bizden ayırmışlarsa işte benliğimi saran içimi ürperten bu düşünce beni kahrediyor bu trajediyi yaşayanlara bir nebze olsun elimi uzatmak yaşamlarına ortak olmak istiyordum evet ben artık neyi neden yaptığımı iyi biliyordum, vahşi kapitalizmin, barbarlığın ben duygusunun , inanç farklılığının, yok ettiği, güçsüz olanın itilip uzaklaştırıldığı insanları daha fazla tanımak yeni nesillerin dostça ve kardeşçe bir yaşama ortak olması için emek harcayan bir barış emekçisi olacaktım.
15 Ekim gecesi arkadaşlarla her zamanki gibi iskambil oynuyoruz, kulupte oyun bitmiş birazda sohbete dalmışız benimle yaşıt olan Efkan aynı zamandada hemşerim yani Bafralı, bir ortak yanımız daha var eşlerimiz Mübadil çocukları, hani bana söz vermiştin beni ata topraklarına götürecektin diyen arkadaşıma hiç düşünmeden haydi gidiyoruz cevabını vermiştim, neye uğradığını şaşıran arkadaşımla 10 dakika sonra Ulusoyun Cumhuriyet meydanındaki yazıhanesindeydik, eşime sorayım bari diyen yalvarmaları artık hiç bir işe yaramazdı, oraları çok özlemiştim yeni yol arkadaşımda belli olmuştu, kısa bir muhasebeden sonra 16-23 kasım tarihlerini belirlemiş İstanbul-İskeçe otobüs biletini cebimize koymuştuk, sıra Samsun-İstanbul uçak biletindeydi, yarım saat içinde havaalanından uçak biletimizide almıştık, gitmek için her şey tamamdıda arkadaşım Efkan eşinden biraz korkuyordu galiba, onu sorunuyla başbaşa bırakıp evime gelmiştim, eşime sizin oraya gidiyom bea dedim, benim aziz toprakları ve oranın insanlarını sevdiğimi zaten iyi biliyor yanlızca güle güle gidin dedi gülerek. sonraki günün sabahında çalan telefonun ucundaki Efkan kardeşimin heyecanlı sesinden bir problem çıkmadığını anlamıştım mübadil kızı mübadele topraklarına gidiş için onay vermişti anlaşılan, çok geçmeden geziye 3 kişi çıkacağımızı öğrenmiştim, Bafrada herkesin çok iyi tanıdığı kebabçı Yücel amcanın doktor oğlu Hakan da bize katılacaktı, hem anadan hemde babadan süzme bir mübadili götürmeyecektikte kimi götürecektik.

16 kasım 2015 -Birinci gün

Uçağımız sabah altıda hareket ediyor ilk gittiğim günki gibi heyecanlıyım ve hiç uyumuyorum saat sabahın üçünde Efkanı arıyorum o yurt dışına hiç çıkmamış ilk gezisinide ata topraklarına yapacak heyecanı katmerli yani, saat 4 civarında Efkanı evinden alıp Hakanın evine doğru hareket ediyoruz saat beşte hava alanındayız, İstanbula varışımız sabah sekizi buluyor, trafiği ve rötarı pek hesaba katmamışız bir saat içinde Esenler otogarında olmamız gerek, hızlı bir şöföre denk geliyoruz bizi ara sokaklara dala çıka Esenler otogarına son dakikada da olsa getirmeyi beceriyor, saat tam dokuzda otobüsteyiz yolculuğumuz başlıyor öğle civarında gümrükteyiz şansımıza çok az bir bekleyişten sonra Meriç nehrini geçerek Yunanistan topraklarına varıyoruz, Hakan daha önce Yunanistana gittiği için ondan pek soru gelmiyor ama küçük grubumuzun acemisi Efkan rahat durmuyor, soruyorda soruyor, eee, bende gide gele, gide gele usta olmuşum bıkmadan usanmadan anlatıyorum gümrükten çıktıktan 3 saat sonra İskeçedeyiz şehrin yeni adı Xanthi,de olsa eski adı halen kullanılıyor, geleceğimizden haberleri olan dostlarımız otobüsümüzü görünce hareketlenme başlıyor heyecan tavan yapıyor, şimdilerde Samsun'un Kurugökçe köyünün bir mahallesi durumunda olan Kızılgöllü dostlarım Panagiot, eşi Sevastie, oğulları Mimis, Yorgos, yine aynı köyden Zoi hanım, Bafranın Üçpınar köyünden Dimitri, hepsi birlikte bizi bekliyorlar, kardeşçesine özlemle sarılıyoruz, bildiğimiz tek dil olan Türkçe hepimize yetiyor hala akıcı şekilde Türkçe konuşuyorlar, bunun nedenini daha önceki gezilerimde öğrenmiştim çoğu 1922 yılında Anadoluyu terketmek zorunda kalmış kalanlarsa 30 Ocak 1923 yılında imzalanan, mübadele anlaşmasıyla küçük asya dedikleri anadoludan gitmişlerdi ve büyük kısmının tek dilide Türkçeydi.
Panagiot telefon görüşmelerimiz üzerine 1 hafta boyunca kullanacağımız otomobilimizi biz gelmeden ayarlamıştı, gerekli işlemleri yaptıktan sonra otomuzu alıp onların otomobilini takip ederek benim defalarca, arkadaşlarımın ise ilk kez gideceği Drymnia köyüne doğru hareket ediyorduk, İskeçe şehrine bağlı osmanlı döneminde Kızbük adını taşıyan köy şehir merkezine 15-20 dakikalık mesafede, iskeçede süren ortak yaşam karasu nehrinin batı yakasında hiç yok, mübadelede sınır teşkil eden nehrin Anadolu yakasındaki minareler uzaktan bizi selamlıyor, nehir iki inancı ayırsa bile aralarında bir sorun yok barış içinde yaşıyorlar, İskeçenin eski yerleşim yerlerinden geçerken evleri dikkatle süzüyoruz sanki bir anadolu şehrindeyiz, Havzadan, Vezirköprüden bir farkı yok, ormanlarla dolu yolda ilerlerken bazen koyun sürülerine rastlıyoruz Osmanlı dönemindede buralar koyunun en çok yetiştirildiği yerler, yollar avrupa birliğinden alınan paralarla yapılmış köy yolu diye bir kavram neredeyse yok, dakikaların nasıl geçtiğini anlamadan Panagiot,un köyüne varıyoruz, köy oldukça sevimli, insana huzur veriyor, gürültü patırtı hiç yok, daha öncede yaptığım gibi Panagiotun restorantına giriyoruz hemen, orası aynı zamanda köyün sakinlerinin buluştuğu bir mekan, hava kararmak üzere acıktığımızı hissediyoruz, Panagiotun eşi Sevastie becerikli bir kadın, çocukları Mimisle birlikte ailecek mutfağa giriyorlar, kuzu ve dana ızgaranın yanında deniz mahsulleride var , salatalar, turşular mükemmel, yemeğin ortasında geldiğimizi duyan dostlar bizi selamlıyor, heyecanlı ses tonları ruhumuzu okşuyor, hoş geldiniz diyorlar candan içten gelen bir sevgiyle, ne var ne yok bizim oralardan diyorlar.
Mübadele insanlarını uzun yıllar içinde çözmüştüm, onların bedenleri halen yaşadığı coğrafyada olsa da ruhları öz vatanlarında oluyordu, biz onlara vatanlarından ruhlarını getiriyorduk. 90 yılı aşan ayrılıkta yüzlerce binlerce hatıra, dilden dile anlatılmış onları dinlemek bizlerede nasip oluyordu, bildikleri duydukları her şeyi çoşkuyla anlatma telaşındaydılar, bazen unuttukları Türkçe kelimeleri hatırlamaya çalışıyor hayıflanıyorlardı, sayısız romanlara konu olabilecek yaşanmış öyküler, eskimiş albümdeki solmuş fotoğrafları hatırlatıyor beynimize hüznü nakış gibi işliyordu. Evlerinden getirdikleri ev yapması kendi yaptıkları şarapları, çiproları bize ikram ediyor nasıl yaptıklarını anlatmaktan büyük zevk alıyorlardı, öyle ya eski komşularına yanlızca kahve ikram etmek olmazdı, tütün konusu sohbet konularımızın daima başında geliyordu, Samsun,da yaşadıkları yıllarda hemen hemen hepsinin tütüncü aileler olduğunu öğrenmiştik, saatlerin nasıl geçtiğini anlamadan geceyarısını bulmuşuz, istemeyerekte olsa vedalışıyorduk, yine bekliyoruz dileklerinin ardından vedalaşarak Paranestideki Philoxenia Hotel,e doğru hareket ediyorduk.
Otelimizin bulunduğu kasaba osmanlı döneminde Bük adını taşıyormuş, otelimizin konumu oldukça güzel, sahipleri Giresun kökenli ve çok samimi insanlar, bir dediğinizi iki etmiyorlar, oteli ailecek işletiyorlar, temizlik imandanmı gelir bilmiyorum ama bu otelde temizlik bir numara, yataklar son derece rahat, birinci günümüzde mışıl mışıl bir uykuya dalıyoruz.

YAZAN-RECEP YILMAZ